2013
Anatomik çizimler aksini söylese de insan koyu bir lekedir; hayatta kalabilmek için doğayla ve toplumla kurduğu ilişkilerin bir ağ ya da bir leke gibi yayıldığını söyleyebiliriz; kurduğu bağlara göre sınırları ve biçimi sürekli değişen bir leke ya da bir gölge olarak. Hayat pekâlâ bir gölge ve ışık oyunu olarak da okunabilirdi.
Oysa bakışımız hep kimliklendirilmiş formlar arıyor. Tamamen alışkanlıktan. Michel Foucault bir söyleşisinde Afrika’nın ücra köşelerinden birine bir test filmi göstermeye giden psikologların öyküsünü anlatır.Gösterinin sonunda psikologlar seyircilere filmden ne anladıklarını sorarlar. Üç kahraman arasında geçen bu öyküde seyircileri yalnızca tek bir şey ilgilendirmiştir: Ağaçların arasında gezinen ışık ve gölge oyunları. “Bizim algılarımız ise kişilere göre belirleniyor. Gözlerimiz bir şartlanmışlık içinde, gelip giden, ortaya çıkan ve kaybolan kişileri arıyor” diyor Foucault. Bakışımız durmadan sınırları net olarak tanımlanmış formlar arıyor ve kimliklendirilmiş bu formların maceralarını izlemeye alışmış gözlerimiz. Batı dışı kültürlerde hayat ışık ve gölgenin sürekli biçim değiştirdiği anonim bir gösteri olarak da görülebiliyor.
Yaşlı Pilinius’a (İ.S. 23-79) göre resim sanatı, ışığa bağlı olarak sürekli biçim değiştiren gölgenin konturlarını çizererek, gölgeyi sınırlar içine hapsederek doğmuştur. “Resim bir insanın gölgesinin etrafına bir kontur çizilerek kopyasının bir yüzeye çıkarılmasıyla başlamıştır” diye yazıyor. Durmadan biçim değiştiren insanın gölgesini yakalayıp belli bir forma sokmak, insanı forma sokmak demektir.
İnsanın iç dünyasını, mizacını anlamak isteyen fizyognomistler de insanın gölgesine başvurmuş, gölgesini yakalayınca insanı da ele geçirebileceklerini düşünmüşlerdir. İsveçli şair ve fizyognomist Lavater (1741-1801), bir insan profini gölge halinde yakalayabilmek için bir düzenek hazırlamıştı. Plinius’un resmin kökenlerine dair söylediklerine denk düşen bir düzenekti bu; bir koltukta oturan kişinin mum ışığından yansıyan profilinin gölgesi bir yüzeyin üzerine düşüyor ve bu yüzeyin arkasında duran fizyognomist gölgenin konturlarını yüzeye aktardıktan sonra kişinin gizli doğasını anlama işine girişiyordu.
Gölge tedirgin edicidir, ancak bir forma soktuğumuzda ona tahammül edebiliyoruz. İnsanın bir yüz takınmadan önceki biçimsizliğini gösteriyor. Carl Jung insanın uygarlaşmış yüzünü oluşturan, toplum içinde takındığımız ‘persona’larımızdan ayrı olarak bir de doğayla ilişkili, uygarlık öncesi karanlık bir tarafımızın olduğunu söylüyor: Gölge. Yüzeydeki ‘persona’nın altında yatan, engellediğimiz, bastırdığımız doğal yanımızı temsil ediyor gölge. İlkel, denetimsiz, hayvani yanımızı, toplumsal normlara ve ideal kişiliğimize uymayan tüm istek ve duygularımızı, utanç duyduğumuz ve kendi hakkımızda bilmek istemediğimiz her şeyi. Gölge, bizi tekinsiz olanla yüzleştiriyor.
Tekinsiz tanımı gereği zaten bir geri dönüşü, bastırılmış olanın geri dönüşünü ima ediyor. Freud 1919 yılında, bir sözlükte rastladığı Schelling’in tanımından yola çıkarak tekinsizle (unheimlich) ilgili bir makale yazdı. Aslında bizi tekinsizliğiyle etkileyen, ürküten şey, sildiğimizi, unuttuğumuzu sandığımız bir şeyin beklenmedik şekilde ortaya çıkmasıdır, bastırılanın geri dönüşüdür. Almancada tekinsiz anlamında kullanılan sözcük olan ‘unheimlich’, yine Almanca sözcük ‘heimlich’i barındırıyor içinde. ‘Heimlich’, aşina, tanıdık, eve özgü gibi anlamları içeriyor. Evcilleştirilmiş gibi göründüğü anda tekrar ortaya çıkıp bizi rahatsız eden şeydir tekinsiz olan. Tekinsiz, yakınlığına rağmen kişinin kabullenmediği, her şeyin yerli yerinde olduğunu sandığı bir anda işin içine karışıp gündelik hayatı tehlikeye atan bir yönüdür. Tekinsizlik, iyi bilinen, ancak kişinin değinmemeyi ve gizlemeyi tercih edeceği bir şeyin dönüşüne işaret eder. Bu yüzden yakın yabancılık, yabancı aşinalık veya aşina olunan yabancılık tanımları eşlik ediyor tekinsize. Dolayısıyla tekinsizlik, aşina olan gerçeğin tam ortasındaki yabancı bir fenomenin keşfi değil, aksine yok sayılan ve silinmiş bir aşinalığın geri dönüşü nedeniyle yabancı olanın ortaya çıkışını gösterir. Ya da tekinsiz, yetişkinliğin ruhsal yaşamıyla uyuşmayan bastırılmış gölgenin ortaya çıkışını da ifade eder. Jung, gölgenin tüm insanların kolektif yönünü oluşturduğunu, şeytan, cadı gibi varlıklar halinde tezahür edebildiği belirtiyor. Gölge ya da biçimsizliğiyle bizi ürküten canavarlarla karşılaşmak, tekinsiz bir deneyimdir bizim için. Ne diyordu Freud?: “Tekinsizin ete kemiğe bürünmüş hali olan canavar, uzun süredir saklandığı ve neredeyse içinde unutulduğu bodrumdan yahut dolaptan firar eden varlıktır.”
Sandıkların, fanusların, kürelerin, dolapların içlerine kapatılmış biçimsiz, koyu lekeler, her an firar edebilirler. Tanıdık biçimlerin içlerinde, tedirgin edici, tekinsiz, biçimsiz kuvvetler kol geziyor. Biçimlerin ince, kırılgan çeperi her an kırılacakmış gibi; ve barındırdıkları biçimsiz kuvvetlerin, kapağı açılan Pandora’nın kutusundan karanlık bir bulut gibi yeryüzüne yayılabileceği hissine kapılıyoruz Türkdoğan’ın tuvallerine bakarken. Tansel Türkdoğan’ın tuvalleri tüm biçimlerin aslında çeperlerinin altında biçimsizlik barındırdığını düşündürtüyor bize. Akışkan, biçimsiz bir yaşamı, formlarla, kimliklerle, sözcüklerle örtmeye, kapamaya çalışan tavra tekinsizliği hatırlatıyor.
İçinde monokrom lekelerin, gölgelerin dolaştığı bir sandığın üstüne tünemiş karga, biçimin içindeki biçimsizliği, bilincin altındaki bilinç dışını tüm tekinsizliğiyle sezdiriyor. Türkdoğan’ın tuvallerinde, tanıdık olan ile tanıdık olmayan gölge nesnelerin gerilimini tüm şiddetiyle duyumsuyoruz. Bir sanat yapıtıyla karşılaşma anı, tanıdık, bildik nesnelerle karşılaşmaya pek benzemiyor gerçektende. Tanıdık, bildik nesnelerle durmadan mevcut dünyayı yeniden üretiyoruz. Mevcut ilişkileri sorgulayacak düşünce ediminin gerçekleşmesi için bir karşılaşma nesnesine ya da olay-karşılaşmalara ihtiyacımız var. Ve Türkdoğan’ın tuvalleri tam da bu olay-karşılaşmanın gerçekleştiği bir düzlem üretiyor. Henüz belli bir biçim almamış, biçimsiz olanı boşluklarda yakalamaya çalışırken, bizleri bir olay-karşılaşmaya maruz bırakıyor. Biçimsiz olanla karşılaşmak, tüm sınıflandırma yetimizi, bu zamana kadar bildiğimizi sandığımız her şeyi askıya almamıza ve yeniden, başka türlü düşünmemize yol açabiliyor; alışıldık varlık tarzlarımızda ve dolayısıyla alışıldık öznelliklerimizden bir kopuş. Ancak bu kopuş anı aynı zamanda bir olumlama anını, yüzeyin altında, dolapların içinde saklanan biçimsiz lekelerin yaratacağı yeni bir dünyanın olumlamasını da içeriyor; insan, yüzeyin altında henüz gerçekleşmemiş biçimsiz gizil güçleriyle ve kurduğu ilişkilerle bir leke ya da bir gölge olarak duruyor.